14 Ocak 2013 Pazartesi

AFRİKA

ÖNEMLİ NOT: YAZDIKLARIMIN ÇOĞU 'KARİKATÜRİZEDİR'. İSMİ GEÇEN YA DA İMA EDİLEN İNSANLARIN DOĞRUDAN ALAKASI YOKTUR..

Alıntılar 'Kara Kıtayı' Sömürgeler tarihine hapsetmek yazısından (http://haber.stargazete.com/acikgorus/kara-kitayi-somurge-tarihine-hapsetmek/haber-719192 ) ve Dostoyevski'nin Netoçka Nezvanova'nın hikayesini yazdığı kitaptan.

ALINTI 1: ''Dudak kenarlarına sinekler konan, karnı şiş, kemikleri sayılan çocuklar'', beyaz adamın sömürgeleştirdiği kara kıta, medeniyete bir tek çivi bile hediye etmemiş otantik egzotik halklar, (osm. : YANLIŞ.. bu ''yanlış''ı ben ekledim, burası önemli; 'tamam medeniyete katkıları yok ama onlar da  insan' gibisinden bir yanlışımız olmasın; 'JARGON', 'JARGONUMUZ'..) tanımlamalarından öte gidebiliyor mu tahayyülümüz?''

Dünya'nın en medeni kıtası Afrika'dır; çünkü dünya medeniyeti onun ve diğerlerinin üzerine kurulmuştur.

ALINTI 2: ''... Hottentot Venüsü'nün çarpıcı hikayesinin Avrupa kimliğinin kuruluşunu anlamama yaptığı katkıyı unutmamalıyım elbette. 19 yaşındayken Ümit Burnu'ndaki ana vatanından alınıp İngiltere'ye getirilen Saarje Baartman, 124,5 cm boyundadır. İlk defa 1810'da Picadilly'de ''Hottentot Venüsü'' adıyla İngiliz seyircisine sunulur. Bunu takip eden altı yıl boyunca Avrupa'nın çeşitli merkezlerindeki fuarlarda ''sapkınlar'', ''hilkat garibeleri'', ''devler''le birlikte acayib'ül garaib kabilinden sergilenir. Zoologlar ve fizyologlar tarafından incelenir. 25 yaşındayken 1816'da Paris'te ölür. Ama ölümü ne teşrini ne ona yapılan hakareti sona erdirmez. Otopsi için cesedi kesilip, biçilir iskeletinin ve bazı organlarının maketi yapılır. Üreme organları 1870'lere kadar formalin içinde saklanır ( osm. Einstein'in beyninin saklanmasını da hatırlayalım) ve Musee de L'Homme'de (Paris) sergilenir. Hottentot Venüsü'nün hikayesi, 1995'te vücudundan kalan parçaların alınıp doğum yeri olan Güney Afrika'ya gömülmesiyle son bulur. İki yüzyıldan fazla süren bu hikayede Avrupa'nın ''normal''i tanımlama ve ''başkalık'' mekanları kurma girişiminin trajik bir örneği görülüyor.''

''Normal''-''başkalık''-''girişim'', 'üslup-tarz-jargon'.. Bu ''Ezilmiş ve Aşağılanmışlar''daki prense: ''Efendim siz kötüsünüz ama biz de iyiyiz idare edin'' demek gibi bir şeydir. Batı medeniyetsizdir, kadim olandan, fıtrattan çok uzaktadır ve yardıma muhtaç bir haldedir. Durumları kavranabilir ama başka bir manada 'anlama' hem onlara hem bize yazıktır. Mecazi, daha başka bir manada 'masumlaştırıcı' tespitler, net terimler onlara reçete asla değildir ve modern tıbbın insanlara yaptığı zulme benzer bir şeyi 'sosyoloji', modern düşünmeler, düşünceler, 'üsluplar' insanlığa yapmaktadır. Burada biraz daha Selahattin Yusuf'un 'muğlak' yaklaşımlarına ihtiyacımız var. 'Muğlak'.. Ama halbuki doğru oradadır, deccal geldim mi, gelmedi mi; şüpheye mahal yoktur: 'Muğlaklığı' kaybetmekteyiz.

Acıyla takip etmekteyim ki, bizim tarafımızda olduğu halde, ülkemizde bazı insanlar bazen 'muğlaklıklarını' kaybetmektedir. Bazen hakiki bir İslam medeniyeti arayışını Avrupa'nın post modern hümanizması karşısında, karikatürize ve bilinç altında da olsa, daha aşağı bulmaktadır. ''Neden 'beyaz adamın' köpeğinden bir yerli daha değerli olsun ki?'' Bu lanet-dümdüz sorunun, savaş çığlığının cevabını hümanizma veremez, bunu unutuyoruz...

Ve hiç kimse Afrika'ya şunu yapmaya kalkmasın:

ALINTI 3: ''Çoğu zaman Büyük Sahra sanki bütün kıtayı kaplamışçasına zihnimdeki Afrika sahnelerine bir çöl imajının eşlik ettiğini fark ediyorum. Halbuki kara ismini hiç hak etmeyecek kadar yeşil bölgeleri, hiç açlık, yoksulluk, savaş görmeyen toplulukları var Afrika'nın''

ALINTI 4: ''Sonunda iyileşip kalkabildim ama hala zayıf ve narindim. İlk ve en önemli düşüncem artık Katya ile birlikte oynayacak olmamdı. Artık ondan ayrılmayacaktım. Gözlerimi ondan alamıyordum. O da buna şaşırıyordu. Öyle bir ortalıkta dolaşıyordum ki bunu fark etmemesine imkan yoktu. İlk başlarda bunu çok garip buldu. Hatırlıyorum da bir keresinde beraber oyun oynarken kollarımı boynuna dolayıp onu öpmekten kendimi alamamıştım. benden kendini kurtarıp elimden tuttu ve sanki onu incitmişim gibi surat asarak:

- Ne yapıyorsun? Niye beni öpüyorsun diye sordu.

Yanlış bir şey yapmışım gibi utanmıştım. Onun ani sorusuna öyle şaşırdım ki cevap bile veremedim. Katya şaşkınlığının bir belirtisi olarak omuzlarını silkti. Kafasında bir şeyler çeviriyormuş gibi kanepenin bir köşesinde oturup uzun süre gözlerini bana dikip baktı. Bu kendini güç durumda hissettiği zamanlar yaptığı bir hareketti. Bu tür ani ve kesin değişimlere alışmam zor oldu.

Önceleri kendimi çok zorladım ve garipliğin bende olduğunu düşündüm. Aslında bu doğruydu da neden Katya ile başından beri arkadaşlık kuramadığımızı bir türlü anlamıyordum. Bu başarısızlık beni çok üzüyordu. Ondan gelecek her ani kelime ve kuşkulu bir bakış için ağlayabileceğimi hissediyordum. Kederim günden güne artıyordu. Çünkü Katya ile her şey öylesine çabuk değişiyordu ki bir kaç gün içinde benden soğumaya başladığını hissettim. Hatta bu soğukluk nefrete dönüşüyordu. Bu kızın yaptığı her şey ani ve sertti. Davranışlarında gerçek, soylu bir zarafet yoktu. Önce beni tanımamakla sonra da küçümsemekle işe başlamıştı. Bütün bunların hiç bir oyunu oynayamamamdan ileri geldiğine inanıyordum. Katya etrafta neşeyle sıçrayıp oynamayı çok seviyordu. Güçlü canlı ve çevikti. Ama ben tam tersiydim, hastalığımdan dolayı zayıftım., sessiz ve düşünceliydim. Oyun oynamaktan da hoşlanmıyordum. Aslında ben Katya'nın hoşuna gidecek her türlü özellikten yoksundum. Tüm bunların dışında herhangi birinin canını sıkıyor olma duygusuna dayanamıyordum. Kendimi sıkıcı hissetmeye başladım. Hatalarımı düzeltecek ya da bıraktığım zayıf etkileri değiştirecek gücü kaybettim. Kısacası, ümitsiz bir durumdaydım. Ama Katya bunu anlayabilecek durumda değildi. Hatta beni korkutuyordu. Bir kaç saat bir oyun öğrenmekte başarısız bir mücadele verdikten sonra şaşkınlıkla bana bakıyordu. Ve canım sıkkın bir halde gözümde yaşlarla dururken birkaç dakika düşündükten sonra bana hiçbir şey sormadan fırlayıp kendi başına oynamaya gidiyor, günlerce benimle konuşmuyordu... Bu hareketlerine şaşırıp kalıyordum. Yeni yalnızlığım bana neredeyse daha önceki kadar acı geldi.

                                              //                                               //                                                 
- Netoçka neden senin yüzünden azarlanmak zorunda kalıyorum? diye sordu.
- Benim yüzünden değil Katya.
- Ama Madam Leotard seni kırdığımı söylüyor.
- Hayır Katya, hayır sen beni kırmadın.
- Öyleyse neden sürekli ağlıyorsun?
- Eğer istediğin buysa bi daha ağlamam.
- Her zaman böyle çok mu ağlarsın?
Cevap vermedim.
- Neden bizimle oturuyorsun?
- Çünkü ben öksüzüm.
- Annen ve baban var mıydı?
- Evet, vardı.
- Seni sevmiyorlar mıydı?
- Seviyorlardı, dedim sahip olduğum tüm güce ihtiyacım vardı.
- Fakirler miydi?
-Evet.
-Sana bir şey öğretmediler mi?
-Okumayı öğrettiler.
-Oyuncakların var mıydı?
-Hayır.
-Kek yer miydin?
-Hayır.
-Kaç odanız vardı?
-Bir.
-Bir oda mı?
-Evet.
-Ya uşaklar?
-Uşağımız yoktu.
-İşleri kim yapıyordu?
-Alışverişi ben yapıyordum.
Katya'nın soruları giderek daha acı verici oluyordu. Bütün anılar, yalnızlığım ve Katya zaten kanamakta olan kalbime zalim bir darbe indiriyordu. Heyecandan titriyor ve göz yaşlarımı tutuyordum.
-Bizimle yaşamaktan memnun musun?
Sesimi çıkarmadım.
-Güzel elbiselerin var mıydı?
-Evet.
-Elbiseni gördüm, bana gösterdiler.
-Neden bana bunları soruyorsun? dedim sandalyeden fırlayarak. Neden bana bunları soruyorsun, neden benimle alay ediyorsun?
Katya birden öfkelendi ve o da sandalyesinden fırladı ama hemen kendine hakim oldu.
-Seninle alay etmiyorum, dedi. Sadece anne ve fakir olup olmadığını öğrenmek istedim.
-Neden onları merak ediyorsun, diye bağırdım yürekten gelen bir acıyla ağlayarak. Neden bana bu soruları soruyorsun? Onlar sana ne yaptı Katya? ...''  

Dikkat çektiğim muğlak noktayı aydınlatması açısından bir de Marmara Ünivarsitesi İlahiyat Fakültesi Türk Düşünce Tarihi ve İslam Ahlakı Ana Bilim Dalları Başkanı Prof. İsmail Kara'nın Derin Tarih dergisindeki ''İslam Medeniyeti Kimin Medeniyeti'' (sayı 7) ve ''Avrupa: cennet mi yoksa gâvurların cenneti mi?'' (sayı 6) yazılarından alıntılar yapmam istiyorum:

''İslam'ın elbette kendine mahsus bir 'medeniyet'i var, bunda şüphe yok. Hem de bütünlüğü olan/ bütünlük arayan; ruh-cisim, madde-mana münasebetleri, merkez-çevre ayarları, dost-düşman çizgileri, insan-insanüstü, insan-insan, insan-varlık-eşya münasebetleri, dil-üslup dengeleri iyi ayarlanmış, inceltilmiş, işlenmiş haliyle var. Merkezinde kelam/metin olarak Kur'an-ı Kerim, insan olarak Hz. Peygamber Efendimiz (sas), mekan olarak Mekke ve Medine yer alıyor. Sonra bütün bir İslam tarihi tecrübesi; büyük medeniyet merkezleri olarak Mısır'a, Mezopotamya'ya, Şam'a, Anadolu'ya, İstanbul'a , İran'a, Turan'a, Hind'e uzanan, buraların rengi ve kokusuyla uyum arayan/sağlayan, oralara kendi neşvesini, rengini, ve rayihasını zerk eden bir dünya, onun tasavvuru ve hayata aksedişi... İlimler, sanatlar, meslekler, edep...
İslam tarihinin içine doğru seyre çıkarsak, medeniyet karşılığında kullanılan kavramlar olarak hususen İbn Haldun'da  umran ve hadariyet'le, bir ölçüde de irfan ve ünsiyet'le karşılaşacağız.
Bunların karşı hattında bedeviyet-vahşet ve -hem bilgisizlik, hem de kabalık/yontulmamışlık manasında- cehalet yer alıyor. Muhtemelen Aristo tercümeleriyle İslam dünyasına intikal eden ve ahlak, siyaset ve tarih kitaplarının baş kısımlarında mühim bir unsur olarak yer alan 'insanın tab'an medeni oluşu' (el-insanu medeniyyun bi'ttab ) prensibi var...''

''....Bu mantıkla 'hikmet'in sınırları içine çekilen ve İslam mirası ile dini-felsefi farklılıklardan ziyade benzerlikleri öne çıkaran Batı medeniyeti, bilimi, teknolojisi, kurumları itibariyle Müslümanlar için meşru, hatta kendilerine ait bir alan haline getirilmektedir....''

''....Bu iki maddede doğrular elbette var. Problem, zemini ve mantığında. Sorular şunlar: Yakın zamanların ürünü olan 'İslam medeniyeti' tasavvuru ile İslam'ın kendi 'medeniyeti' arasında farklılık ilişkisi mi, benzerlik ilişkisi mi önde gidiyor? Ve her halükarda ikisi arasında mesafe nasıl kapanacak? İslam medeniyeti dediğimiz, mantık ve kurgu itibariyle biraz Avrupa medeniyeti mi demek acaba?''

''Yıl 1720-21. Paris'e sefir olarak giden Yirmisekiz Mehmed Çelebi, Osmanlı dünyasında yeni yeni filizlenen cazip Avrupa fikrinin, müsbete çalan garp hissiyatının ilk habercilerinden biri olarak Marly Şatosu'nun gözalıcı, gönül okşayıcı bahçesinde dolaşırken o meşhur hadis-i şerifi hatırlamaktan kendini alamaz: ''Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir.
Ama nasıl bir hatırlayış bu? İçinde derinden derine şüphe kurtları ve yeterince fark edilmemiş yetersizlik fikirleri dolaşmaya başlayan, buna rağmen Fransızlara onların üzerinden gâvurlara yukarıdan bakmayı sürdüren Efendi, eninde sonunda cennete uzanan 'kendi zindanını' mı rıza ile isteyecek yoksa yolun sonu cehenneme çıkan 'ecnebilerin cenneti'ne mi tamah edecek? Sefaretname'sinde bu yoldaki tercihi o kadar açık değil ama aklının karıştığında, gözlerinin bir o tarafa bir bu tarafa kaydığında şüphe yok. (Eserin Fransızcasını vasıflı bir şekilde neşreden Gilles Veinstein kitaba, bence çok iyi bir tercih olarak Gâvurların Cenneti manasına gelen Le Paradis des Infıdels başlığını koyacaktır, Paris François Maspero)....... ''

''.....Bütün modernleşme tarihimizi etkisi altına alan medeniyet-kültür ayrımı da esas itibariyle bu çatlaktan boy verip yükselecektir. Taklit edilmesi gereken unsurları dinden, dilden ce coğrafyadan bağımsız üst bir çerçevede, bütün insanlığa (bu arada öncelikle yitik malı hikmeti arayan Müslümanlara) ait unsurlar olarak (özellikle bilim ve teknoloji) 'medeniyet'dairesinin içine alınacak, buna karşılık düşmandan korunması gereken, düşmanınkilerden ayırd edilen dini, milli ve mahalli unsurlar da 'kültür'ün altına yerleştirilecektir. Uyum (eski tabirle istinas ve ülfet) sağlanacaklar medeniyet hanesinde, mesafe konulacaklar kültür kaleminde gözükecek.
Bu ayrımın felsefi olarak savunulamaz oluşunun getirdiği ciddi problemler ve naifliğinin ortay çıkardığı zaafiyetler bir tarafa, yakın tarihimizde geçişkenlikleri kolaylaştırıcı ve hem taklit, hem de düşmanlık hatlarını koruyucu bir mekanizma olarak fonksiyonel olduğunu görmek gerekecektir.

Avrupa Birliği düşman hattında mı?
Erbakan'ın öne çıkardığı siyasi sloganlardan biri kalkınma ve ağır sanayi hamlelerine odaklanmıştı; montaj sanayiine paydos, fabrika yapan fabrika, 100 bin tank vs. DP, AP gibi milliyetçi, muhafazakar sağ partilerin de buna benzer sloganları vardı. Hepsi fabrika bacalarıyla minarelerin birlikte yükseleceği bir Türkiye ve şehirler silüeti tahayyül ediyor ve çiziyorlardı. Hem kalkınmış, hem dindar... Belki hepsi bilim ve teknoloji çerçevesinde medeniyet kavramının altına yerleştirdikleri bu unsurların aslında sömürgeci ve kapitalist bir düşünce dünyasının  mahsulleri olduklarını (yeteri kadar) bilmiyor veya önemsemiyorlardı. Çünkü düşmanın silahıyla silahlanmak ve 'kuvvet' fikri de taklit hattı üzerinden meşru ve muteber hale gelmişti. (2. Dünya Savaşı sonrasında ABD politikalarının muhafazakarlar, milliyetçiler ve mütedeyyinler dahil Türkiye'yi hakimiyeti altına alması vakıasını da unutmamak lazım)
Erbakan diğer taraftan RP-Adil Düzen dönemine kadar Ortak Pazar'a (sonra Avrupa Birliğine dönüştü) karşı 'Hıristiyan kulüp' sloganıyla kuvvetli ve toplumsal karşılığı olan set bir söylem geliştirmiş ve bunun üzerinden hem tarihin derinliklerinden gelen düşman-Avrupa hattını tahkim etmiş, hem de kendi hareketini diğer sağ partilerden ayırmıştı.
AB üyeliği için kolları sıvıyan AKP, Avrupa'nın Türkiye'nin adaylığını esas itibariyle İslam/din üzerinden tartıştığı gerçeğini tamamen unut(tur)arak 'medeniyetler ittifakı' ve 'muasır medeniyet seviyesi' sloganlarını öne çıkardı.
Soru şu: 'Düşman' hat ne oldu ve Türkiye'yi Avrupa 'saldırı'larına karşı hangi unsurlar koruyacak?''

Osmanlı'nın kaderinde maddi bir yenilgi vardı ama 'manevi yenilgimiz' tamamen bizim komplekslerimiz sonucunda olmuştur.
Benim sorum da şu olsun Türkiye Büyük bir (post modern olmayan!) 'Osmanlı' mı olacak, küçük bir ABD mi?